21 Aralık 2009 Pazartesi

Avatar’dan Pandora’ya

Dijital teknolojilerle üretilen güncel sanat deyince sinemayı da konu dışarı bırakmadan sinema seven, sevmeyen pek çok kişinin gündemini sarsan Avatar filminden bahsetmek gerekir diye düşünüyorum.

Avatar; Titanic, Aliens, Terminator filmlerinin usta yönetmeni James Cameron'un senaryosunu yazdığı ve yönettiği, epik bir bilim kurgu filmi olarak karşımıza çıkıyor. Cameron’un önceki filmlerinden de bildiğimiz bir öte dünya kurgusunu bu filmde de görmek mümkün. Özellikle Alienlar ve Terminatörlerle çocukluğumuzun düşlerini süsleyen ve bendeki bilim kurgu merakını tetikleyen bir yönetmendir Cameron. Avatar geldi gelecek bu hangi Avatar ola ki derken Sinema Ekolay’dan aldığımız ilk gösterim davetiyle ihya olduk. Gayet güzel bir şekilde organize edilmiş olan ilk gösterimde karşılaşacağımız filmin heyecanı özenle seçilmiş Avatar meraklılarıyla bir çeşit sinemasal ayin atmosferi yarattığından mıdır nedir filmin başlangıcını iple çektiğimi söyleyebilirim.

Film 22. yüzyılda, Pandora adlı bir uyduda geçiyor. Devasa bir gaz kütlesinin yörüngesinde dönen Pandora, 3 metre uzunluğunda, mavi insansı görünümlü, kabile kültürünü benimsemiş, saldırıya uğramadıkları sürece barışçıl olan Na'vi halkına ev sahipliği yapan enfes bir doğal atmosfere ve bir o kadar da yırtıcıya sahip çocukluğumda hayallerimi süsleyen pek çok detayı içeren bir gezegen.

Gelgelelim, içimde senelerce Pandora gibi bir gezegende yaşama hayalleri kuran çocuk gezegendeki atmosferin karbondan oluşmasından dolayı maskelerle gezen insanları gördüğü an yıkıldı. Tamam dedim işte biz bu oksijen dediğimiz meretin olmadığı hiçbir yerde yaşamayan zavallılarız. Bu durumda tüm bu ver yansından çıkacak sonuç Pandora gezegeninin atmosferi karbon gazlarından oluştuğu için insanların doğal ortam içinde ancak oksijen maskeleriyle yaşayabildikleri gerçeği oluyor.



Filmdeki hikâye kurgusu bir nevi beyaz adam yerli adam hikâyesinin uzaya uyarlanmış hali. Benim için filmin en ilgi çeken yanı gezegende yaşayan Na’vilerin ve gezegenin bizim internet üzerinde kurduğumuz veri ve ağ sistemleriyle olan dolaylı değil doğrudan ilişkisiydi.

Hikâyede insanlar gezegende bulunan bir cevher peşine düşmüş ve topraklarını korumaya çalışan kabileyle bir çeşit mücadeleye girmiş durumdalar. Kabile halkıyla diplomatik ilişkiler kurabilmek için insan geni ve Na’vi geniyle yaratılmış avatar adlı bir nevi ara yüz olarak gördüğüm Na’vi bedensel özelliklerine fakat insan zihinsel özelliklerine sahip canlılar yaratıyorlar. Bu durumda Na’vi bedenine sahip bir avatar anakart, avatara adapte olan insan beynini de işlemci olarak kodlamak mümkün diye düşünüyorum.

Avatar kelimesinin köküne inecek olursak bazı inanışlarda avatar tanrının bir insan bedeninde yeryüzüne inmiş halini temsil eder. Burada da insan Pandora’ya bir Na’vi bedeninde iniyor.

Artık felsefe yapma ve bize kahramanı ver diyorsunuz muhtemelen kahramanımız felç olan Deniz Piyadeleri mensubu Jake Sully (Sam Worthington), bir Avatar olarak Pandora'da yaşamaya gönüllü oluyor ve bedensel engellerinin ötesine geçebildiği yeni bedeniyle Pandora’nın seçilmiş kişisine dönüşüyor. Na'vi prensesiyle bir Na’vi olmanın ne anlama geldiğini çözme sürecinde Na’vi Prensesine aşık olmakla kalmıyor kendisini gün geçtikçe tüketen insan ordusu ile Na'vi halkının arasındaki çatışmanın ortasında buluyor.

Ben burada tekrar Pandora’nın doğasına geri döneceğim. Doğa geceleri aydınlanan bir yapıya sahip Ruhların bilgilerini taşıyan bir çeşit data center olan Eyva yani büyük ruh denilen ağaç bütün kökleriyle gezegen üzerindeki diğer ağaçlara bağlı ve sürekli bir veri akışı sağlıyor yani ortada aslında büyük bir network ağı var.


En basit sistemi bile insan ve doğadan esinlenerek yarattığımızı düşünürsek Pandora doğayı inceleyerek ve taklit ederek teknolojiyle tanışan insanın bu yeteneğinin hayal gücünü de beslediği görmek hiç zor değil.

Öyle ki Na’vilerin kemik yapıları karbon fiberden, bu da bana çok tanıdık geliyor nedense. J

Hikaye içindeki tüm bu network yapıları bir kenara bırakacak olursak film ekolojik sistemi günden güne hırpalayan insana doğanın önemini bir kere daha anlatmış oluyor. Tabii türler arası aşk da çabası. Düşünün bir kere insan bedenindeyken bir Na’vi’ye âşık oluyorsunuz. Yani gerçek aşk madde, et, kemik tanımaz asıl olan manadır mevzusuna da gönderme yapan film gerek aşk hikâyesiyle, gerekse doğaya karşı duyarlılığıyla anlam kıtlığı yaşayan ve anlamsızlığın açlık sınırına gelmiş günümüz insanının önüne enfes bir sofra sunuyor.


Filmle ilgili daha söylenebilecek ve çözümlenebilecek pek çok detay var ve bu filmin burada kalacağı söyleniyor fakat neden bilmem içimden bir ses Cameron olmasa da bir başkasının ikinci filme cüret edeceğini ve hikâyenin asıl o zaman başlayacağını söylüyor.